Header Ads

Header ADS

VIII. HOLLANDA VE POLONYA SOSYAL-DEMOKRAT ENTERNASYONALİSTLERİNİN TUTUMUNDA ÖZEL VE GENEL

En küçük kuşku yok ki, ulusların kaderlerini tayin ilkesine karşı çıkan Hollanda ve Polanya marksistleri, uluslararası sosyal-demokrasideki en devrimci ve enternasyonalist öğeler arasındadırlar. O halde nasıl oluyor da bunların teorik iddiaları baştanaşağı yanlış olabiliyor? Burada doğru olan bir tek genel iddia yok, yalnızca "emperyalist ekonomizm"! 

Bu, Hollandalı ve Polonyalı yoldaşların özellikle kötü olan öznel niteliklerinden ötürü değildir, bunların ülkelerinin özgül nesnel koşullarından ötürüdür. Her iki ,ülke, (1) bugünün büyük devletler "sistemi" içinde küçük ve güçsüz durumdadırlar; (2) her iki ülke birbiriyle amansız rekabet içinde olan son derece güçlü emperyalist talancılar arasında bulunuyorlar (İngiltere ve Almanya; Almanya ve Rusya); (3) her iki ülke de kendilerinin büyük devlet oldukları zamanların korkunç biçimde güçlü anılarını ve geleneklerini taşıyor: Hollanda, İngiltere'den daha büyük bir sömürgeci devletti, Polanya, Rusya'dan da, Prusya'dan da "daha kültürlü ve daha güçlü bir büyük devletti; (4) her ikisi de başka halklara tahakküm etmekten başka bir şey olmayan ayrıcalıkları korumaktadırlar: Hollanda burjuvaları, pek zengin olan Hollanda Doğu Hindistanı'na sahip bulunuyor; Polonyalı büyük toprak sahibi, Ukraynalı ve Beyaz Rusyalı köylüyü eziyor, Polonyalı burjuva da, Yahudiyi vb..
Bu dört noktanın bileşiminden doğan özellik, İrlanda'da, Portekiz'de (Portekiz bir zamanlar İspanya tarafından ilhak edilmişti), Alsace'ta, Norveç'te, Finlandiya, Ukrayna, Letonya ve Beyaz Rusya topraklarında ve başka yerlerde yoktur. Ve sorunun asıl özünü oluşturan da bu özelliktir! Hollanda ve Polanya sosyal-demokratları, genel iddialara, yani genel olarak emperyalizmi, genel olarak sosyalizmi, (sayfa 189) genel olarak demokrasiyi, genel olarak ulusal baskıyı ilgilendiren iddialara dayanarak, ulusların kaderlerini tayin ilkesine karşı çıktıklarında, gerçekten, kendilerinin yanılgı üzerine yanılgıya düştüklerini söyleyebiliriz. Ama onların açıkça yanlış olan genel iddialar kabuğunu çıkarıp attığımızda ve sorunun özünü Hollanda'daki ve Polonya'daki özgül koşullar açısından incelediğimizde, onların özel tutumu derhal anlaşılabilir ve oldukça haklı gözüküyor. Paradoksal bir duruma düşmekten korkmaksızın söylenebilir ki, Hollandalı ve Polonyalı marksistler ulusların kaderlerini tayin ilkesine karşı savaşım verirken kastettikleri şeyi pek söylemiyorlar ya da, başka bir deyişle, onlar söylediklerini fazlasıyla kastediyorlar.[37*]

Tezimize bir örneği aktarmış bulunuyoruz.[38*] Gorter, kendi ülkesinde ulusların kaderlerini tayin hakkına karşıdır ama "kendi" ulusu tarafından ezilen Hollanda Doğu-Hindistanı için bundan yanadır! Bizim, onu daha içten bir enternasyonalist ve ulusların kaderlerini tayin hakkını Almanya'da Kautsky gibi, bizde Trotski ve Martov gibi, biçimsel olarak ikiyüzlüce kabul edenlerden, kendimize çok daha yakın bir militan saymamıza şaşılabilir mi? Marksizmin genel ve temel ilkelerinden, "benim kendi" ulusum tarafından ezilen ulusların özgürlüğü ve ayrılması uğruna savaşım, tartışma götürmez bir biçimde doğmaktadır, ama kuşkusuz, bu ilkeden özgür olarak Hollanda'nın bağımsızlığının birinci derecede önemli bir sorun olduğu sonucu çıkarılamaz - o Hollanda'dır ki, nasırlaşmış, bencil, hayvanlaştırıcı içine kapanıklığının acısını çekmektedir; varsın bütün dünya yansın, biz bütün bunlardan uzak kalalım, "biz" eski talanlarımızla ve bunların zengin "artıkları" Doğu-Hindistanı ile yetiniriz, "bizi" başka şey ilgilendirmez! (sayfa 190)

Bir örnek daha: Karl Radek, savaşın başlamasından bu yana Alman sosyal-demokrasisi saflarında enternasyonalizm için katarlı bir savaş vererek, özellikle büyük hizmetleri geçen bu Polonyalı sosyal-demokrat, "Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı" başlıklı bir yazıda ulusların kaderlerini tayin ilkesine sert saldırılarda bulundu (Lichtstrahlen[87] -J. Borchardt tarafından yayınlanan, Prusya sansürünün yasakladığı aylık radikal sol dergi- 5 Aralık 1915, Üçüncü Yayın Yılı, n° 3). O, yeri gelmişken belirtelim, kendi görüşünü desteklemek için yalnızca Hollandalı ve Polonyalı yazarlardan aktar yapıyor; görüşü de, ulusların kaderlerini tayin ilkesinin "iddiasına göre sosyal-demokrasinin her türlü bağımsızlık savaşını desteklemeye zorunlu olduğu" fikrini beslemediği görüşüdür.

Genel teori bakımından, bu iddia düpedüz mantığa aykırıdır: ilkin, özel genele bağımlı kılınmadıkça, her demokratik istem kaçınılmaz olarak kötüye kullanılabilir; biz, ne "her türlü" bağımsızlık savaşımını desteklemeye zorunluyuz, ne de "her türlü" cumhuriyet uğruna ya da kilisenin nüfuzuna karşı savaşımı. İkincisi, aynı "yanılgıyı" içermeyen ulusal baskıya karşı hiç bir savaşım formülü de olamaz. Radek'in kendisi Berner Tagwacht'ta (1915, n° 253) "eski ve yeni ilhaklara karşı" formülünü kullandı. Her Polonyalı milliyetçi, bu formülden haklı olarak şu anlamı çıkarabilir: "Polonya ilhak edilmiş bir ülkedir, ben ilhaklara karşıyım, dolayısıyla, ben Polanya'nın bağımsızlığından yanayım." Ya da Rosa Luxemburg'un 1908'de yazdığı bir yazıda[88] "ulusal baskıya karşı" formülünün pek yerinde olduğunu yazdığını anımsıyorum. Ama herhangi, bir Polonyalı milliyetçi,-ve çok haklı olarak- ilhakın, ulusal baskının biçimlerinden biri, olduğunu, bunun sonucu olarak da, vb. diyebilir.

Ama bu genel iddialar yerine, Polanya'nın özel koşullarını gözönünde tutunuz: Bugün Polanya'nın bağımsızlığı, savaşlar (sayfa 191) ya da devrimler olmadan "gerçekleşemez". Yalnızca Polonya'nın yeniden kurulabilmesi için Avrupa'da bir genel savaştan yana olmak demek, en kötü türden bir milliyetçi olmak demektir, bu, küçük sayıda Polonyalının çıkarını, savaşın acılarını çeken yüz milyonlarca insanın çıkarından önde tutmak olur. Gerçekten bu, ancak sözde sosyalist olan ve onlarla karşılaştırıldıklarında Polonyalı sosyal-demokratların bin kez haklı oldukları Polonya Sosyalist Partisinin, sağ kanadındakilerin[89] görüşünden başka bir şey değildir. Komşu emperyalist ülkeler arasındaki mevcut ilişkiler koşullarında, Polonya'nın bağımsızlığı sloganını şu anda ileri sürmek, gerçekte bir hayal peşinde koşmaktır, dar bir milliyetçiliğin içine düşmektir. Bu, vazgeçilmez bir önkoşulu, Avrupa'da gelen devrimi, ya da hiç değilse, Rusya'da ve Almanya'da devrimi unutmaktır. Aynı biçimde, 1908-1914 Rusya'sında koalisyon özgürlüğü gibi bağımsız bir slogan ileri sürmek, bir hayal peşinde koşmak ve nesnel olarak Stolipin'in işçi partisine (bugün Potressov ve Gvozdev partilerine, ki geçerken söyleyelim aynı sonuca varır) yardım etmek olur. Ama koailisyon özgürlüğü istemini genel olarak sosyal-demokrasi programından çrkarmaya kalkışmak bunaklık olur!

Üçüncü örnek belki de en önemlisidir. Polonyalıların tezlerinde (III, paragraf 2 sonunda), bir Polonya tampon devletinin kurulması fikrine, "bunun, güçsüz küçük grupların tutarsız bir ütopyası olduğu iddiasıyla karşı çıkılmaktadır. Bu gerçekleşirse, bu fikir, şu ya da bu büyük devletler grubunun askeri sömürgesinden, bunların askeri ve iktisadi çıkarlarının oyuncağından, yabancı sermaye için bir sömürü alanı ve geleceğin savaşları için bir savaş alanı olacak olan ufacık bir Polonya devletinin kurulmasından başka anlama gelmeyecektir." Bütün bunlar, çok haklı olarak, şu anda Polonya'nın bağımsızlığı sloganına karşı ileri sürülen görüşlerdir, çünkü yalnızca Polonya'da patlak verecek olan devrim bile, durumu hiç bir şekilde değiştiremez ve (sayfa 192) Polanyalı yığınların dikkatini esas olandan: onların savaşımını Rus ve Alman proletaryasının savaşımına bağlayan bağdan başka yöne çevirir o Polonya proletaryasının, proletarya olarak, Polanya'nın özgürlüğü dahil, sosyalizmin ve özgürlük davasına şu anda ancak komşu ülkelerin proleterleriyle omuz omuza, dar anlamıyla Polanya davasını güden milliyetçilere karşı savaşmakla yardım edebileceği, bir paradoks değil, bir gerçektir. Polonyalı sosyal-demokratların bu darkafalı milliyetçilere karşı savaşımlarında kazanmış oldukları büyük tarihsel değer yadsınamaz.

Ama, Polonya'nın bugünkü özel koşulları bakımından doğru olan aynı iddiaların, onlara verilmiş olan genel biçim içinde yanlış olduğu apaçıktır. Savaşlar oldukça, Polonya, her zaman Almanya ile Rusya arasındaki çarpışmalarda savaş alanı olacaktır; bu, savaşları birbirinden ayıran arada, daha büyük bir siyasal özgürlüğe karşı (ve dolayısıyla siyasal bağımsızlığa karşı) ileri sürülebilecek bir iddia olamaz. Yabancı sermayenin sömürüsü üzerine, yabancı çıkarların oynayacağı rol üzerine olan uslamlama için de aynı şey söylenebilir. Polonyalı sosyal-demokratlar şu anda Polonya'nın bağımsızlığı sloganını atamazlar, çünkü, enternasyonalist proleterler olarak, Polonyalılar, sosyalist partinin sağ kanatçıları gibi bir emperyalist krallığın uşağı durumuna düşmeden, bu alanda hiç bir şey yapamazlar. Ama Rus ve Alman işçileri için Polonya'nın ilhakına katılmaları (ki bu, Alman ve Rus işçi ve köylülerinin, yabancı halkların, cellâtlığı rolünü kabul etmeleriyle, en rezilce ve alçakça bir zihniyet içinde eğitilmesine varır) ya da Polonya 'nın bağımsız olması sorunu, onların ilgisiz kalacağı bir sorun olamaz.

Durum gerçekten karışık görünüyor. Ama katılanların tümünün enternasyonalist olarak kalabilecekleri bir çıkış yolu var: Rus ve Alman sosyal-demokratları, Polonya'nın kayıtsız şartsız "ayrılma özgürlüğünü" isterler; Polonya sosyal-demokratları, şimdilik, Polonya'nın bağımsızlığı sloganını (sayfa 193) ileri sürmeden, hem küçük hem büyük ülkelerde proleter savaşın birliği için savaşım verirler.




IX. ENGELS'İN KAUTSKY'YE MEKTUBU
Sosyalizm ve Sömürge Politikası (Berlin 1907) adlı broşüründe, o zamanlar henüz marksist olan Kautsky, Engels'in kendisine 12 Eylül 1882'de yazdığı, tartıştığımız sorunla ilgili olan son derece ilginç bir mektubu yayınladı. Mektubun belli başlı kısmı şöyle:
"Bence asıl sömürgeler, yani Avrupalıların yerleştikleri ülkeler -Kanada, Kap, Avustralya- hep bağımsız olacaklardır; öte yandan yalnızca boyunduruk altına alınmış olan yerli nüfusun yaşadığı ülkeler -Hindistan, Cezayir, Hollanda, Portekiz ve İspanya'nın elinde olan yabancı topraklar- şimdilik proletarya tarafından alınmalı ve olanaklı olan hızla bağımsızlığa doğru götürülmelidir. Bu sürecin nasıl gelişeceğini söylemek güçtür! Hindistan, belki, hatta pek olası olan bir devrim yapacaktır, ve kendisini kurtarma süreci içinde olan proletarya, bir sömürge savaşı yapamayacağına göre, Hindistan'ın kendi yoluna bırakılması zorunlu olacaktır; elbette ki, bu, her türlü yıkıntıya meydan vermeden olmayacaktır; ama böyle şeyler bütün devrimler için olağandır. Aynı şey başka yerde de olabilir, örneğin Cezayir'de ya da Mısır'da, ve bu, bizim için en iyi şey olur. Bizim, kendi ülkemizde yeteri kadar yapacak şeyimiz olacak. Avrupa ve Kuzey Amerika yeniden örgütlenir örgütlenmez, bu öylesine muazzam bir kuvvet ve öyle bir örnek oluşturacaktır ki, yarı-uygar ülkeler bizi kendiliklerinden izleyeceklerdir; iktisadi gereksinmeler onları bu yola itmeye yetecektir. Bu ülkelerin sosyalist bir örgütlenmeye varmadan önce, içinden geçmek zorunda kalacakları toplumsal ve siyasal aşamalara gelince, öyle sanıyorum ki, bugün, bu konuda ancak, dayanağı olmayan varsayımlar ileri sürülebilir. Bir şey kesindir: o da muzaffer proletaryanın, kendi zaferini baltalamadan, hiç (sayfa 194) bir yabancı ulusa, hangi türden olursa olsun mutluluğu zorla kabul ettiremeyeceğidir. Elbette ki, bundan, değişik türden savunma savaşlarının olmayacağı sonucu çıkarılamaz..."[90]

Engels, "iktisadi etkenlerin" tek başına bütün zorlukların doğrudan doğruya hakkından gelebileceğine kesinlikle inanmıyor. İktisadi devrim, bütün halkları sosyalizme doğru yönelmeye itecektir, ama aynı zamanda (sosyalist devlete karşı) ayaklanmalar ve savaşlar olasılığı da vardır. Siyasetin ekonomiye kendini uyarlaması kaçınılmaz bir şeydir, ama bu, bir atılımda, engellerle karşılaşılmadan olmayacaktır, bu, basitçe ve doğrudan doğruya olmayacaktır. Engels, yalnız bir şeyin "kesin" olduğunu, mutlak bir enternasyonalist ilke olduğunu belirtiyor ve bunu yalnızca somürge uluslara değil, tüm "yabancı uluslara" uyguluyor: bu uluslara mutluluğu zorla kabul ettirmek, proletaryanın zaferini baltalamak demektir.

Yalnızca bir toplumsal devrim yaptı diye, proletarya, azizlik mertebesine ulaşmayacak ve yanılgılara, zaaflara karşı bağışıklık kazanmayacaktır. Ama yapılacak olan yanılgılar (başkalarının sırtına binmeye doğru iten bencil çıkarlar), proletaryayı kaçınılmaz olarak bu gerçeğin bilincine götürecektir.

Biz sol zimmervaldcılar, hepimiz, örneğin Kautsky'nin de, onu marksizmden şovenizmin savunuculuğuna geçiren 1914'teki dönekliğinden önce paylaşmış olduğu inanca, sosyalist devrimin çok yakın gelecekte, aynı Kautsky'nin bir zamanlar dediği gibi "bugünden yarına" gerçekleşeceği inancına sahibiz. Ulusal düşmanlıklar çabucak yokolmayacak; ezilen ulusun, kendisini ezen ulusa karşı -zaten çok meşru olan- düşmanlığı bir zaman sürecektir; bu düşmanlık ancak sosyalizmin zaferinden sonra ve uluslar arasında tam demokratik ilişkilerin kesin olarak kurulmasından sonra dağılacaktır. Eğer sosyalizme bağlı kalmak istiyorsak, daha şimdiden, yığınların enternasyonalist eğitimine girişmeliyiz, (sayfa 195) bu da ezen uluslarda ezilen ulusların ayrılma özgürlüğü üzerinde ısrar etmeden olanaksızdır.




X. 1916 İRLANDA AYAKLANMASI
Tezlerimiz, teorik görüşlerimizin doğruluğunu denemek için inceleme materyali görevini yerine getirmesi gereken bu ayaklanmadan önce yazılmıştı.
Ulusların kaderlerini tayin hakkına karşı çıkanlar, emperyalizm tarafından ezilen küçük ulusların yaşama yeteneğinin şimdiden tükendiği, bu ulusların emperyalizme karşı hiç bir rol oynayamayacakları, salt ulusal özlemlerinin desteklenmesiyle hiç bir şey elde edilemeyeceği sonucuna varıyorlar. 1914-1916 emperyalist savaşının deneyimi, bu görüşü somut olarak yalanlıyor.
Savaş, Batı Avrupa ulusları ve tüm emperyalizm için bir bunalım dönemi oldu. Her bunalım, alışılageleni atar, dış örtüleri koparır, zamanını tamamlamış olanı süpürür, daha derin güçleri ve gerilimleri açığa çıkarır. Savaş, ezilen ulusların hareketi bakımından neyi açığa çıkarmıştır? Sömürgelerde, ezen ulusların savaş sansürünün yardımıyla bütün yollara başvurarak gizlemeye çalıştıkları besbelli olan birçok ayaklanma girişimini. Bununla birlikte, Singapur'da, İngilizlerin Hintli birliklerinde bir isyan hareketini vahşice bastırdıkları; Fransız Annam'ında (bkz: Naşe Slovo) Alman Kamerun'unda (bkz: Junius'un broşürü[39*] ayaklanma girişimleri olduğu; Avrupa'da, İrlanda'da bir ihtilal olduğu, ve zorunlu askerliği İrlanda'ya yaymaya cesaret edememiş olan "özgürlük aşığı" İngilizlerin, o ülkede barışı idamlar yoluyla sağladıkları; ve öte yanda, Avusturya hükümetinin, Çek Meclisi milletvekillerini "yurda ihanetten" idama mahkum ettiği ve koca Çek askeri birliklerini de aynı "suçtan" kurşuna dizdirdiği biliniyor. (sayfa 196)

Elbetteki, bu liste tam olmaktan uzaktır. Bununla birlikte, emperyalizmin bunalımı yüzünden ulusal isyan alevlerinin hem sömürgelerde, hem Avrupa'da tutuştuğunu; ulusal dostluk ve düşmanlık duygularının en ağır tehditlere ve baskı önlemlerine karşın açığa vurulduğunu gösterir. Oysa emperyalizmin bunalımı, daha doruk noktasına ulaşmış olmaktan uzaktı; emperyalist burjuvazinin iktidarı henüz sarsılmamıştı ("yıpratma" savaşı bu sonuca varabilir, ama henüz oraya varmış değiliz); emperyalist devletlerde proletarya hareketi henüz pek zayıftır. Savaş tam bir yorgunluğa ve kuvvetlerin tükenmesine vardığı zaman, ya da hiç değilse devletlerden birinde, burjuvazinin iktidarı, 1905'te çarlık iktidarında olduğu gibi, proletarya savaşının darbeleri altında sarsıldığı zaman ne olacaktır?

9 Mayıs 1916'da, solculardan bazılarını içeren Zimmerwald grubunun organı Berner Tagwacht'ta "Şarkı Bitmiştir" başlığını taşıyan, K.R. imzalı[91] bir yazı çıktı. Bu yazı, İrlanda ayaklanmasından sözederek, bunun bir "darbe"den başka bir şey olmadığını ileri sürüyordu; çünkü, yazarın iddiasına göre, "İrlanda sorunu, bir köylü sorunu"ydu, köylüler reformlar yoluyla yatıştırılmışlardı, ve ulusal hareket de yalnızca "çok gürültü koparmış olmasına karşın, fazla bir toplumsal desteği olmayan, yalnızca kentlerde bir küçük-burjuva hareketi" olarak kalmaktaydı.

Korkunç bir doktrinerliği ve ukalâlığı yansıtan bu değerlendirmenin, ayaklanmayı aynı biçimde "Dublin Darbesi" olarak nitelendirmiş olan Rus ulusal liberali bir kadetin, Bay A. Kulişer'in değerlendirmesiyle (Reç, n° 102, 15 Nisan 1916) aynı zamana raslaması şaşılacak bir şey değildir.

Umalım ki, "her şeyde bir hayır vardır" atasözüne uygun olarak, "ulusların kaderlerini tayin hakkına" karşı çıkarken ve küçük ulusların ulusal hareketlerine küçümsemeyle bakarken hangi bataklığa battıklarını anlamamış olan birçok yoldaş, emperyalist burjuvazinin bir temsilcisinin değerlendirmesiyle (sayfa 197) bir sosyal-demokratınki arasındaki "raslantı niteliğinde" bu uygunluğun etkisiyle gözlerini faltaşı gibi açsınlar!!

Ancak ayaklanma girişimi küçük bir komplocular ya da saçmalayan manyaklar grubunu ortaya çıkardığı zaman ve halk yığınları içinde hiç bir yankı uyandırmadığı zaman, bilimsel anlamıyla "darbe"den sözedilebilir. Yüzyılları kapsayan bir geçmişi olan, değişik sınıf çıkarları bileşiminden ve aşamalardan geçmiş olan İrlanda ulusal hareketi, Amerika'da toplanan, yığınlara dayalı bir İrlanda ulusal kongresi tarafından ilan edildi (Vorwärts, 20 Mart 1916), bu kongre İrlanda'nın bağımsızlığını da ilan etti; bu ayaklanma uzun bir yığın ajitasyonu, gösteriler, gazete yasaklamalar vb. döneminden sonra, kent küçük-burjuvazisinin bir kesiminin ve işçilerden bir kesiminin yönettiği sokak savaşları biçiminde belirdi. Böyle bir ayaklanmayı "darbe" olarak niteleyen kimse, ya gericilerin en kötüsüdür, ya da bir toplumsal devrimi canlı bir olay olarak kavramaktan aciz bir doktrinerdir.

Toplumsal devrimin, sömürgelerde ve Avrupa'da ayaklanmalar olmadan, bütün önyargılarıyla küçük-burjuvazinin bir kesiminin devrimci patlaması olmadan, siyasal bakımdan bilinçsiz olan proleter ve yarı-proleter yığınların, toprakbeyliği, kilise, krallık boyunduruğuna karşı, ulusal vb. boyunduruğa karşı hareketi olmadan düşünülebileceğini sanmak, toplumsal devrimi reddetmektir. Bu bir ordunun belirlenmiş bir noktada mevziye girerek "biz sosyalizmden yanayız" ve bir başka ordunun da bir başka noktada saf tutarak "biz emperyalizmden yanayız" diyeceğini ve o zaman toplumsal devrim olacağını sanmak olur! Ancak böylesine ukalâca ve gülünç bir görüş açısından hareket ederek İrlanda ayaklanmasına "darbe" diye sövülebilirdi.

"Saf" bir toplumsal devrim bekleyen kimsenin ömrü, bunu görmeye yetmeyecektir. Böylesi, gerçek bir devrimin ne olduğunu hiç anlamayan sözde-devrimcidir. (sayfa 198)

1905 Rus devrimi bir burjuva demokratik devrimdi. Bu devrim, nüfusun hoşnut olmayan bütün sınıflarının, grup ve öğelerinin vermiş oldukları bir dizi savaşı içerdi. Bunlar arasında en barbar önyargılara sahip bulunan en muğlak ve akılalmaz amaçlar için savaşan yığınlar vardı, Japonlardan para alan küçük grupçuklar vardı, spekülatörler, serüvenciler vb. vardı. Nesnel olarak, yığınların hareketi çarlığı sarsıyor ve demokrasi yolunu açıyordu. Onun için bilinçli işçiler hareketin başında idiler.

Avrupa'da sosyalist devrim bütün ezilenlerin ve hoşnutsuz öğelerin yığın savaşımınin patlak vermesinden başka bir şey olamaz. Küçük-burjuvaziden ve bilinçsiz işçilerden öğeler, bu devrime kaçınılmaz olarak katılacaklardır -bu katılma olmadan yığın savaşı olanaklı değildir, hiç bir devrim olanaklı değildir- ve, bu öğeler aynı şekilde kaçınılmaz olarak harekete kendi önyargılarını, gerici özlemlerini, zaaflarını ve yanılgılarını da getireceklerdir. Ama nesnel olarak bunlar sermayeye saldıracaklardır, ve dağınık, uyumsuz, karmakarışık, ilk bakışta birlikten yoksun bu yığın savaşı nesnel gerçeğini ifade eden devrimin bilinçli öncü birliği, ilerici proleterya, bu yığınları bideştirip onlara yön verebilecek, iktidarı alabilecek, bankaları ele geçirebilecek, (değişik nedenlerden olmakla birlikte!) herkesin nefret ettiği tröstleri mülksüzleştirecek ve tamamı burjuvazinin devrilmesi ve, sosyalizmin zaferini sağlayacak olan başka kesin önlemleri alacaktır. Bu zafer de, kendini hemen küçük-burjuva posadan "temizleyecek" değildir.

Polonyalıların tezlerinde (I, 4) okuduğumuza göre, sosyal-demokrasi "Avrupa'da devrimci bunalımı keskinleştirmek için genç sömürge burjuvazisinin, Avrupa emperyalizmine karşı savaşımından yararlanmalıdır". (İtalikler yazarların.)

Avrupa'yı bu bakımdan sömürgelerle karşı karşıya getirmenin, başka nedenlerle kıyaslamadan çok daha az uygun (sayfa 199) olduğu açık değil midir? Avrupa'da ezilen ulusların savaşımı, ayaklanmaya ve sokak savaşlarına kadar varabilecek olan ordunun ve sıkıyönetimin demir disiplinini kırabilecek olan bu savaş, uzak bir sömürgedeki daha gelişmiş bir ayaklanmadan çok daha fazla "Avrupa'da devrimci bunalımı keskinleştirecektir". İrlanda'da bir ayaklanma ile İngiliz emperyalist burjuvazisinin iktidarına indirilecek olan bir darbe, Asya'da ya da Afrika'da eşit güçteki bir darbeden siyasal bakımdan yüz kez daha önemlidir.

Fransız şoven basını, geçenlerde Özgur Belçika [92] n° 80'in Belçika'da yayınlandığı haberini verdi. Elbette ki, Fransız şoven basını sık sık yalan söyler, ama bu haber doğruya benziyor. Şoven ve kautskici Alman sosyal-demokrasisi iki savaş yılı boyunca kendi özgür basınını kurmada kusur ederken, ve askeri sansürün boyunduruğuna kuzu kuzu boyun eğerken (Almanya'da sansüre karşın, yalnızca onların lehine olarak söyleyelim, sol radikal unsurlar, broşürler ve bildiriler yayınlamışlardır) - ezilen bir uygar ulus, eşi görülmemiş yırtıcılıkta olan askeri baskıya, bir devrimci protesto organını yaratarak karşılık vermiştir! Tarihin diyalektiği öyledir ki, emperyalizme karşı savaşımda bağımsız bir etken olarak güçsüz olan küçük uluslar, asıl anti-emperyalist kuvvetin, sosyalist proletaryanın sahneye çıkmasına yardım eden mayalardan biri, basillerden biri rolünü oynar.

Bugünkü savaşta genelkurmaylar, düşman kampındaki her ulusal ve devrimci hareketten yararlanmak için ellerinden geleni yapıyorlar: Almanlar, İrlanda ayaklanmasını kullanıyorlar; Fransızlar da, Çek hareketini vb.. Onlar kendi açılarından doğru hareket ediyorlar. Eğer düşmanın en küçük bir zaafından yararlanılmazsa, ve hangi anda, nerede ve hangi kuvvetle dinamit deposunun "havaya uçacağı"nı önceden bilmek olanaksız olduğuna göre, ele geçen her fırsat değerlendirilmezse bir savaş ciddi şekiıde verilemez. Eğer, proletaryanın sosyalizm uğruna büyük kurtuluş savaşında, (sayfa 200) bunalımı derinleştirmek için emperyalizm şu ya da bu yıkımına karşı her halk hareketinden yararlanmayı bilmezsek, pek zavallı devrimciler oluruz. Bir yandan her türlü ulusal baskıya "karşı" olduğumuzu bütün makamlarda ilan edip yinelerken, öte yandan ezilen bir ulusun bazı sınıflarının en etkin ve en uyanık kesiminin, ezenlerine karşı kahramanca ayaklanışını "darbe" diye nitelendirmeye kalkışırsak, düştüğümüz ahmaklık düzeyi kautskicilerinkine eşit olur.

İrlandalıların talihsizliği şundadır ki, onlar, elverişli olmayan bir anda, Avrupa proletaryasının ayaklanması henüz olgunlaşmadan isyan etmişlerdir. Kapitalizm, ayrı ayrı isyan kaynaklarının kendiliklerinden ve bir tek anda başarısızlıklar, yenilgiler olmadan birbiriyle kaynaşabilecekleri ölçüde uyumlu bir şekilde kurulmuş değildir. Tam tersine, asıl ayaklanmaların zamanının, biçim ve yerinin çeşitliliğidir ki, genel hareketin yaygınlığının ve derinliğinin en sağlam güvencesini oluşturur; uygun olmayan bir anda, tecrit edilmiş, parçalanmış ve başarısızlığa mahkum devrimci hareketler sırasında edinilmiş deneyimlerledir ki, yığınlar, savaş alışkanlığı edinecekler, kendi kendilerini eğitecekler, güçlerini birleştirecekler, gerçek önderlerini, sosyalist proleterleri tanıyacaklar ve böylelikle genel saldırıyı hazırlayacaklardır; nasıl ki, tecrit edilmiş grevler, kentlerdeki ya da ulusal nitelikteki gösteriler, ordudaki ayaklanmalar, köylü isyanları vb., 1905 genel saldırısını hazırladıysa.

XI. SONUÇ
Polonyalı sosyal-demokratların yanlış iddialarının tam tersine, ulusların kaderlerini tayin hakkı istemi partimizin propagandasında, örneğin halkın silahlanması sloganı kadar, kilise ile devletin birbirinden ayrılması, memurların halk tarafından seçilmesi sloganları, akılsız kafaların "hayalci" diye niteledikleri öteki noktalar kadar önemli bir rol oynamıştır. Tam tersine, ulusal hareketlerin 1905'ten şonra güçlenmesi, (sayfa 201) doğal olarak bu yoldaki propagandamızı hızlandırdı: 1912-1913 yazılar dizisi, sorunun özünün tam ve "anti-kautskici" tanımlamasını vermiş olan (yani sözde "tanıma"ya karşı çıkış) partimizin 1913 kararı.[40*]

Daha o zamandan, sessizlikle geçiştirilmemesi gereken bir gerçek ortaya çıktı: çeşitli uluslardan oportünistler, Ukraynalı Yurkeviç, bundçu Liebmann, Potressov ve şürekâsının Rus uşağı Semkovski, hepsi, Rosa Luxemburg'un ulusların kaderlerini tayin ilkesine karşı iddialarının lehinde konuştular. Rosa Luxemburg ve Polanyalı sosyal-demokratların ağzında Polonya'daki hareketin özgül koşullarının yanlış bir teorik genellemesinden başka bir şey olmayan bu iddialar, daha yaygın koşullara uygulandığında, bir küçük devlet yerine büyük devlete uygulandığında, 'ar Polonya çerçevesinde değil de uluslararası ölçüde uygulandığında Büyük-Rus emperyalizminin nesnel oportünist desteği haline geldi. Siyasal düşünce akımları tarihi (kişisel görüşlerden farklı olarak) programımızı doğrulamıştır.

Ve şimdi artık kendilerini gizleme gereğini duymayan Lensch türünden sosyal-emperyalistler, ulusların kaderlerini tayin hakkına olduğu gibi, ilhakların reddine de açıkça karşı çıkıyorlar. Kautskicilere gelince, onlar da ulusların kaderlerini tayin ilkesini ikiyüzlüce kabul ediyorlar: bu, bizde, Rusya'da, Trotski ile Martov'un izlediği yoldur. Sözde her ikisi de, Kautsky gibi, ulusların, kaderlerini tayin ilkesinden yanadırlar. Ama ya eylemde? Trotski'nin Naşe Slovo'da çıkan "Ulus ve Ekonomi" başlıklı yazısına bakarsanız, orada her zamanki seçmeciliğini bulursunuz: bir yandan, ekonomi, ulusları birbiriyle kaynaştırır, öte yandan ulusal baskı onları birbirinden ayırır. Sonuç? Sonuç, ikiyüzlülüğün pervasızca sürüp gitmesidir, ajitasyonun cansızlığıdır, çünkü, ajitasyon temel olana, başta gelene, işin özüne, pratikle ilgili olana: "benim ulusum" tarafından ezilen bir ulusa karşı tutuma (sayfa 202) değinmiyor. Martov ve yurtdışındaki öteki sekterler, kafadarları Semkovski'nin ulusların kaderlerini tayin hakkına karşı savaşımını düpedüz unutmayı yeğ tutmuşlar - çok elverişli bir bellek kaybı! Gvozdev yandaşlarının legal basınında (Naş Golos) Martov, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını tanımanın emperyalist savaşa katılmak anlamını taşıyamayacağı tartışma götürmez gerçeğini belirterek, ama -özgür, illegal basında yaptığı gibi!- esastan, yani Rusya'nın daha barış zamanında çok daha kaba-saba, ortaçağa özgü, iktisadi bakımdan geri, askeri ve bürokratik bir emperyalizm temeli üzerinde ulusları ezmede dünya rekorunu kırmış olduğu gerçeğinden kaçarak, ulusların kaderlerini tayin ilkesinden yana olduğunu bildirdi. Ulusların kaderlerini tayin hakkını hemen hemen Bay Plehanov, Potressov ve şürekâsı gibi, yani çarlığın ezdiği ulusların ayrılma özgürlüğü uğruna savaşmadan "tanıyan" Rus sosyal-demokratı, gerçekte bir emperyalist ve çarlığın uşağıdır.

Trotski'nin ve Martov'un öznel niyetleri ne kadar "iyi" olursa olsun, kaçamaklı tutumlarıyla, onlar, Rus sosyal-emperyalizmini nesnel olarak desteklemektedirler. Emperyalizm çağı, bütün "büyük" devletleri, bir dizi ulusu ezme durumuna getirmiştir, ve emperyalizmin gelişmesi, kaçınılmaz olarak, uluslararası sosyal-demokraside de bu sorunla ilgili akımlarda daha açık-seçik bir bölünmeye neden olacaktır.

Temmuz 1916'da yazıldı

Sbornik Sotsial-Demokrata, n° 1, Ekim 1916

İmza: N. Lenin 






Blogger tarafından desteklenmektedir.